Mother of Demons İlk 3 Bölüm Çevirisi
İblisler Kraliçesi
Yazan:
Eric Flint
İçindekiler
* * *
İblisler
Kraliçesi
Eric Flint
Bu kitap bir
kurgu eseridir. Bu kitapta tasvir edilen tüm karakterler ve olaylar kurgusaldır
ve gerçek insanlara veya olaylara herhangi bir benzerlik tamamen tesadüftür.
Telif Hakkı
© 1997, Eric Flint
Bu kitabı
veya bölümlerini herhangi bir biçimde çoğaltma hakkı da dahil olmak üzere tüm
hakları saklıdır.
Bir Baen
Books Yapımı
Baen
Yayıncılık İşletmeleri
P.O. Box
1403
Riverdale,
NY 10471
ISBN:
0-671-87800-X
Kapak
tasarımı: Larry Elmore
İlk baskı,
Eylül 1997
Distribütörler:
Simon ve Schuster
1230 Avenue
of the Americas
New York, NY
10020
Typeset by
Windhaven Press, Auburn, NH
Printed in
the United States of America
Kızım
Elizabeth'e
BÖLÜM I: Parçalar
I. Kısım
Genç bir savaşçı olan Nukurren, iblislerin geldiğini
duymuştu. Ansha Prevalate'in başkenti Shakutulubac'ın üstündeki gökyüzünden
kopan muazzam ses hala aklındaydı. Kendi ise hiç bir şey görmemişti. Ses onu
derin uykusundan uyandırmıştı ve kışladan çıktığında doğuda ufukta beliren
kocaman kırmızı bir lekeden başka bir şey yoktu. Gökyüzünde korkunç bir işaret vardı.
İnci Ana hep soluk gri renktedir. Onu ne kırmızıya döndürmüş olabilir?
Oriyon Meydanı'ndaki diğer kişiler, Büyük Kraken'in hızla
doğuya, okyanusa doğru gittiğini ve gökyüzüne molten mürekkep püskürttüğünü
gördüklerini iddia ettiler. O kadar dehşetliydi ki! Titreyen elleriyle kırmızı
lekeyi gösterdiler.
Başkent korkuya kapılmıştı. Kraliçe Paramount tüm
rahiplerini Kutsal Kovan'a çağırdı. Kâhinler, kovanın bilirkişilerine danışarak
günlerce kafa patlattılar. Nukurren, kraliçe odasının girişini koruduğu yerden
gizlice onları izlemişti. Uzun tartışmalardan sonunda, kahinler çıkan sesin
Ypu'dan gelen bir öfke çığlığı olduğunu açıkladılar. Midye Eti (Gezegen),
Anşakları günah ve yozlaşmadan vazgeçsin diye uyarıda bulunuyordu. Sekiz günlük
oruç tutmaya ve tapınaklara verilen
vergiyi artırmaya karar verdiler.
Seksen hafta sonra geriye dönüp baktığında, Nukurren,
rahiplere olan nefretinin ne zaman başladığını fark etti. Kararlarını
sorgulamadı çünkü onları gizli bir yerden gözetledikten sonra onların kutsallıkla
hiçbir ilgisinin olmadığına karar vermişti. Para toplama derdinde olan aç gözlü
insanlardı.
Kervanın yanında geçerken, o eski günleri hatırladı.
Yıllardır
hiç bunu düşünmemişti. Noldu birden? Bütün bu iblis söylentileri yüzünden sanırım.
Sonra da düşüncelerin yüzünde oluşturduğu bir ifade ile: Ya da bu köle tacirlerinin açgözlüllüğü rahipleri akla getiriyor
olabilir.
Bir an için bunu bir düşündü. Sekiz haftadır Midye Eti'nde
bir iblis söylentisi dolanıyordu. Korktuğumuz ama bildiğimiz cadılar değil,
başka bir şey. Anlatılan hiç bir şey kesin değildi. Yine de çoğunda iblislerin
Chiton'un yakınında olduğundan bahsediyordu.
Kervan sahibinin bu
yüzden sinirli olduğunu düşündü. Kjakukun'un korkmadığı için değil, köle
Hunnakakuları aramak için Kiktu bölgesine giriyordu.
Nukurren kuzeye doğru baktı. Chiton ufukta belirdi ve bütün
manzarayı behemot gibi kapattı. O kadar uzun değildi ama devasaydı. Yamaçları
büyük kanyonlar oydu. Şekli büyük dağa adını vermişti.
Alaycı bir şekilde ıslık çaldı. Dünyadaki efsanelerin yarısı
Chiton hakkındaydı. Bu "iblisler" yeni ortaya çıktı.
Dhowifa, geçen gece hikayelere olan nefretini söylememesine
rağmen.
"Dağa giden insanların geri dönmediği bir gerçek"
dedi. "Kaç sekiz hafta geçti."
"Bu büyük bir dağ" diye karşılık verdi Nukurren.
Kocaman. Ölmemize sebep olacak bir sürü tehlike var."
Dhowifa yine de ikna olmamıştı.
"Peki ya bu son giden? Ortadan kaybolan küçük bir grup
değildi. Tam takır bir köle kervanıydı. Chiton'un eteklerinde ölmüş halde
bulundular. Eteklerinde Nukurren. Dağın kendinde değil. Köleler iz bırakmadan
gittiler. Köle tacirleri ve muhafızların hepsi ölmüştü. Büyük ve korkunç
yaraları vardı. Yani öyle söylüyorlar. Sanki bir çeşit dev Uglandine tarafından
saldırıya uğramışlar gibi tuhaf ve derin yaralar...
"Uglandine mi?" Nukurren alay etti.
"Uyumazsan Uglandine seni yakalayamaz! Ya da sakat değilsen."
Durdu ve kervanı inceledi.
Bu kervanın pek şansı yok o zaman diyerek küçümsedi.
Kervan öğleden sonra bir günlüğüne durmuştu. Kimsenin sık
akafa sazlıklarının arasında uyumak gibi bir isteği olmadığı için çadırlar
patikanın ortasına kurulmuştu. Akafa sazlıkları sümüklü böceklerle doluydu ve
çok kötü kokuyordu.
Kjakukun, Kiktuların gözlerinden saklanabilecekleri karanlık
olmadan durmak istememişti. Fakat köle kafeslerini çekenler çok yorulmuştu.
Kjakukun, acımasızca onları günlerce çalıştırmıştı. Kervan sahibi, köle
tacirlerini ve gardiyanları kafesleri taşımaları için ikna etmeye çalışmıştı
ama tabii ki reddettiler. Onların statüsünün altındaydı ve hiç Kiktu
görmemişlerdi. Bölgede kimsenin olmadığına ikna olmuşlardı. Kiktu bölgesiydi,
doğru. Herkes Kiktu'nun çok batıda olduğunu ve müttefiklerini Utuku tehdidine
karşı örgütlediğini biliyordu.
Nukurren onlar gibi rahat değildi. Onları iyi tanıyordu ama
Kiktu çoktan işgal edilmiş olabilirdi. Kabile halkı, özellikle Chiton
civarında, bölgelerini yakından savundu. Dağın etrafındaki alan, Kiktu'nun
saygı duyduğu Hunnakaku için bir sığınak haline gelmişti. Köle tacirleri
normalde buraya gelmeyi akıllarının ucundan bile geçirmez. Kiktular vahşi
savaşçılardı ve köle tacirlerine karşı tam bir nefret besliyorlardı.
Neredeyse Kiktu bölgesinden çıkmak üzereydiler. Tek bir
Hunnaku bile büyük başarı olarak görüldüğü bir dönemde dört kölenin ele
geçirildiği bir keşif seferi çok büyük bir başarıydı. Köle Hunnakulara güneyde
baya bir rağbet var. Çoğu işi Helotlar veya köle Gukuylar yapar ancak bir
Hunnakaku'ya sahip olmak bir itibar göstergesiydi. En güçlü hükümdarlar, bazen
dünyanın en büyük inceliği olduğunu iddia ederek yaratıkların etini bile
yediler.
Nukurren, dünyanın kötülük dolu olduğunu düşündü. Sonsuz bir
kötülük.. Kokuşmuş rahiplerin söylediklerine bakmazsak, sanırım hep böyleydi.
Eminim ki hiç değişmeyecek.
Kervana bakarak, hafif bir küçümseme ıslığı çıkardı.
Muhafızların intizamsızlığı mı yoksa köle tacirlerinin vahşiliği mi daha
tehditkardı karar veremiyordu. Artık kendisi de bir paralı askerdi. O ve
Dhowifa Shakutulubac'tan kaçtığından beri seksen hafta olmuştu. Yine de seçkin
bir savaşçının eğitimine ve tutumlarına sahipti bu yüzden diğer paralı
askerleri küçümsemeyecek de ne yapacaktı. Ne düşündüğünü açık açık söylemişti.
İçten içe ona sinirlenmişlerdi ama doğal olarak Nukurren ve Dhowifa hakkında
iğrenç şeyler fısıldamak dışında yapacak bir şeyleri yoktu.
Kervan hattının aşağısından gelen yüksek bir ses onun
dikkatini çekti. Paralı askerlerin sekizde dördü, kafeslerden birinin etrafında
kümelenmiş, kahkahalarla ıslık çalıyordu. Onlara doğru yürüdü.
Yaklaştığında, bir köle tacirinin kafesteki Hunnakaku'ya
tüftüf ile işkence ederek kendini eğlendirdiğini gördü. Köle taciri, kafesin
bir ucuna sinmiş, bağıran, acıdan kahverengiye dönmüş zavallı yaratığın
üzerinde tüftüfle talim yapıyordu. Görünüşe göre dört tane paralı asker bu
Gukuy türünün kendini koruma çabasını çok komik buldu.
Atılan dartlar ölümcül değildi. Köreltilmiş uçlar,
Hunnakaku'ya hafifçe çarpmaktan başka bir şey yapamazdı. Köle taciri de
gözlerini vurmamaya çalışıyordu. Dartlar yine de acıtıyordu ve Hunnakular
doğası gereği hassas ve ürkeklerdi.
Bu gereksiz zalimlik, Nukurren'in içinde ani bir öfke
patlamasına sebep oldu. Önündeki paralı askeri bir kenara itti. Paralı asker
sinirli bir şekilde bir şeyler söylemeye başladı. Sonra, onu itenin kim
olduğunu görünce, sessizliğe büründü. Paralı askerin örteneği boyunca kaygıyı
yansıtan pembe pembe tonlarının da arasında bulunnduğu belirsizliğe işaret eden
koyu sarı bir renk dalgalandı.
Nukurren paralı askeri tamamen görmezden gelerek köle
tacirinin üzerine ilerledi. Onun varlığını hisseden köle taciri, eğlencesini
bıraktı ve geriye doğru baktı. Nukurren büyük olduğu için biraz da yukarı
doğru. Üzerinde beliren savaşçıyı gören köle tacirinin cilt rengi yeşil
tonlarından anında koyu pembeye döndü.
"Ne istiyorsun?" diye sordu köle taciri.
Nukurren'in vücuduna baktı ve savaşçının ruh halini anlamaya çalıştı. Nukurren,
ne hissederse hissetsin, gri sakinliğini korumayı çoktan öğrenmişti. Bu kısmen
seçkin bir muhafız olarak eğitiminden, kısmen de yıllar boyunca Dhowifa'dan
öğrendiği duygusal kontrolden kaynaklanıyordu. Anshac'ın gri görünüşü sürdürme
sanatı olarak adlandırdığı Shoroku'da ustalaşmak çok zordu. Kural olarak,
Shoroku sadece seçkin Gukuy türleri arasında bulunan bir yetenekti. Nukurren
bunun için yıllarca uğraştı. Shoroku'da ruhsal bir teselli buldu. Duyguları
anlaşılamayan bir Gukuy kadar korkutucu bir şey olmadığından, bir savaşçı
olarak herkesin çekindiği bir yapısı vardı.
Köle taciri, bir kez daha "ne istiyorsun ?" diye
sordu.
Nukurren küçümseyici bir şekilde görevden alma hareketi
yaptı.
"Git" dedi. "Hunnakaku'yu rahat bırak ."
Köle taciri, uzun kolları üzerinde iki adım geri kaydı.
Pembe renk artık örteneğinde baskındı ve korkuyu yansıtan ani kırmızı geçişler
görünmeye başlamıştı. Nukurren, gözlerini köle tacirinden ayırmadan, etraftaki
dört paralı askerde de aynı renkte olduğunu anlayabiliyordu.
Gözünün kenarıyla bakıyordu. Paralı askerlerden biri onun
gürzüne dokununca. Nukurren ona bakmadan usulca şöyle dedi:
"Eğer o gürz kınından çıkarsa, derini yüzer ve
bağırsaklarını sümüklü böceklere yediririm ."
Nukurren kendi gürzünü çekti. Bunu gören paralı askerler ve
köle tüccarı geri çekildiler. Nukurren'in gürzü gerçekten etkileyiciydi. Normal
bir savaş gürzünün iki katı büyüklüğündeydi. sadece onun muazzam gücüne sahip
bir Gukuy tarafından kullanılabiliyordu. Çoğu savaş gürzünün çakmaktaşı veya
obsidiyenden yapılırken onunki bronzla parlıyordu. Seçkin bir askerin silahı.
Paralı askerler, Nukurren'in mızrağının da ustalaşması en zor olan iki uçlu
mızrak olduğunu çok iyi biliyorlardı. Kendilerininki sadece altı hatta sekiz
uçluydu.
Bir an için herkes dona kaldı. Sonra Kjakukun'un gelişiyle
olay yatıştı.
"Kraliçeler aşkına neler oluyor ?" diye sordu
kervan sahibi.
Nukurren sessizdi. Köle tüccarı onun davranışlarından yüksek
sesle şikayet etmeye başladı. Paralı askerler hiçbir şey söylemedi ama olay
yerinden yavaş yavaş uzaklaşmaya başladılar.
Kjakukun köle tacirini dinledikten sonra Nukurren'e baktı.
"Ee... Açıklaman nedir?" Kervan sahibi, can
sıkıntısına işaret eden loş mavi rengi açığa vurdu.
"Gereksiz işkence yapıyorlar. Hunnakakular zaten
yeterince perişan."
"Ne işkencesi ?" diye sordu Kjakukun. Köle
tacirinin olaylarla ilgili açıklaması dartlara değinmemişti. Nukurren olaydan
kısaca bahsetti.
Kervan sahibinin rengi bir anda mavi renkte parladı. Köle
tacirine karşı öfkelenmişti.
"Fukoren, seni bu konuda daha önce uyarmıştım!"
Köle taciri, yeniden uzun kollarının üzerine sindi. O da
kıpkırmızı kesildi.
"Ne zararı var ki?" diye mızmızlandı. "Alt
tarafı Hunnakaku. Değersiz bir Gukuy!"
Kjakukun'un mavisi azalmadı. Hatta daha da koyulaştı.
"Onlar ticari mallar. Durduk yere zarar görmemeli. Çok
korkarlarsa hastalanırlar, hatta ölürler. Bunlar bir yana. Ben sana bir emir
verdim sen ise bana karşı geldin."
Kervan sahibi etrafa baktı. Baştaki dört paralı asker, ne
olduğuna bakmaya gelen küçük paralı asker ve köle tacirleri kalabalığının içine
çekilmişti.
"Bu yolculuk zaten yeterince tehlikeli ," diye
bağırdı Kjakukun. Hala Kiktu bölgesindeyiz, sizi aptallar. Bir de şimdi iblis
söylentileri dolaşıyor! İtaatsizliğe müsamaha göstermem, anladın mı?"
Kervan sahibi toplanan kalabalığa sesleniyordu. Bir an
durakladı.
"Nukurren'e ödediğim ücretlerden şikayetçi olduğunuzu
duydum. Senin kazandığının üç katı. Bakır benim için de önemli ama bu yolculuk
için değdiğini düşünüyorum. Size göstereyim."
Kervan sahibi Nukurren'e döndü. Kjakakun siyaha büründü. Çok
öfkeli bir şekilde.
"Öldür onu ," dedi köle tacirini eliyle işaret
ederek.
Gözle görmeden Nukurren kadar büyük bir Gukuy'un bu kadar
hızlı hareket etmesine inanmazdınız. Kalabalık daha korkudan ıslık çalamadan
Nukurren mızrağını çekti ve köle tacirinin örteneğine sapladı. Nukurren'in
büyük gücüyle savurduğu jilet keskinliğindeki iki bronz uç, ganahid zırhını
örteneğin sert kısmını tamamen delip geçti. Nukurren, bir el hareketiyle
mızrağı döndürerek köle tacirini kendine doğru çevirdi. Köle tacirinin iki
dokungacı, çaresiz bir şekilde örteneğine saplanan mızrağa tutundu. Altı tane
kolu sanki düğümlenmiş gibi büzülüp kalmıştı.
Nukurren'in son darbesi köle tacirini yıldırım gibi
çarpmıştı... Son darbe, keskin uçları köle tacirinin zırhsız yumuşak dokusunun
ortasına kadar gitti. Bir anda, köle tacirinin bağırsakları fırladı ve kan
püskürtülerek yere saçıldı. Bağırsak parçaları kalabalığa sıçradı. Nukurren,
hızlı bir el hareketiyle köle tacirinin bedenini bir tarafa fırlattı ve mızrağını
sapladığı yerden çıkardı.
Uzun kollarının üzerine çömeldi ve mızrağını süngerle
temizlemeye başladı. Çevresindeki kalabalığın yüksek sesle ıslık çaldığını
duyabiliyordu. Onları şaşırdığı şeyin köle tacirinin ölümü olmadığını
biliyordu. Midye Eti'nde herhangi bir yerde bulabileceğiniz kadar duygusuz bir
gukuy grubuydu. Vahşiliğin, hızın ve gücün inanılmaz bir göstergesiydi. Birçok
savaşçı, direkt ölümle sonuçlanan kutaku darbesi ile başa çıkabildiği için
övünüyordu ama aslında çok azı bunu başarabiliyordu.
Nukurren, bir paralı askerin dehşet içinde "griliğini
bir kez olsun kaybetmedi" diyerek fısıldadığını duydu. Bu söz, içindeki
büyük duygu değişikliğini önlemesine biraz olsun yardımcı oldu. Örteneğinde hiç
bir duyguyu yansıtmıyordu ama ortaya çıkarmamak için savaşmak zorundaydı. Yavaş
ve titizlikle silahını temizlemeye odaklandı.
Yorgun bir
biçimde, "öldürmekten daha bıkmadım" diye düşündü. O kokuşmuş köle
taciri bunu hak etti... Hayattan biraz bezdim sadece. Sanırım Dhowifa haklıydı.
Silahlarını temizlemeyi bitirdiğinde kalabalık ortadan
kaybolmuştu. Köle tacirinin cesedi hala bir tarafta yatıyordu. Etrafındaki kan
gölü toprağa karışmıştı. Böcekler çoktan cesede gelmeye başlamıştı bile. Bir
günde vücut, sümüklü böcekler, salyangozlar, solucanlar ve larvalarla dolu,
iltihaplı bir yığınına dönüşecekti.
Nukurren, tiksinerek köle taciri işte diye düşündü. Bir daha
onu rahatsız etmedikleri sürece umrumda değil.
Ayağa kalktı ve çadırına doğru yürümeye başladı. Kafesten
gelen bir ses onu durdurdu. Arkasını dönen Nukurren, kafesin önünde durup
parmaklıkların arasından ona bakan hunnakakuyu gördü. Hunnaku yine ses çıkardı.
Çok önceleri Shakutulubac'tan kaçtıktan sonra Nukurren ve
Dhowifa, Kiktu'da çok sekiz hafta geçirdiler. Nukurren kabile halkıyla iyi
geçinebiliyordu ancak Dhowifa'nın Saray'daki şımarık yaşantısı onu barbar
yaşamının zorluklarına hazırlamamıştı. Yaşlı Paramount Kraliçesi öldüğünde
Dhowifa medeniyete dönmek için ısrar etmişti. Nukurren de istemiyor değildi.
Kiktu'yu sevse de inanış biçimlerini garip buluyordu. Diyet fetişleri ve
günahları da can sıkıcıydı.
Yine de oradayken kurallara uymaya özen göstermişti.
Hunnakuların konuştuğu garip dilden de bir iki kelime bir şey öğrenmişti.
Kiktular için Gukuy türleri kutsaldı. Hunnakaku'ya Yaşlılar diyorlardı ve
tanrıçaları Uk tarafından yaratılan ilk insanlar olduklarına inanıyorlardı.
Kiktular, onların hala Uk'un gözünde önemli olduğuna inanıyordu. Dillerini
anlamanın zor olmasının sebebi de kutsal olmasıydı. Tüm Kiktular az da olsa o
dili konuşmasını bilirdi.
Nukurren kulak verdi. Hunnaku yine ses çıkardı.
yapmamalı
beslemek
sazlık salyangoz güzelliği
Nukurren zar zor çevirdi. Hunnakaku ile Gukuy'un
konuştukları organların benzer olduğunun biliyordu ama önemli bir fark vardı.
Hunnakakularda, gukuy'un karmaşık dillerini konuşmasını sağlayan esnek
dudaklardan ve sert sırtlardan yoktu. Bunun yerine, çeşitli permütasyonlara
dayanan tek bir düşünce içeren bir ses çıkardı. Dhowifa bir keresinde ona,
bunun güneyde yazı yazmak amacıyla yaygın olarak kullanılan sembollerin sözlü
versiyonunu hatırlattığını söylemişti.
Anlatmak istediği "beslemek" idi. Bunu hemen
anladı. Hunnakaku seslerinde genellikle hem olumlu hem de olumsuz çekimler
vardı. Olumsuz çekim merkezdeydi - gukuy türünün ürkek doğasının bir yansıması
diye düşündü. "Salyangoz besleme" değildi o zaman. Pozitif, merkezi
çevreleyecektir. "Güzelliği beslemeli. Sazları besleyin."
Bir anda anlayınca köle tacirinin cesedine baktı.
"Neden ?" diye sordu. "Sana işkence
ediyordu."
Bir ses daha çıkardı.
Ölüm son değil
ver
yaşam yaşam değil
Garip olsa da mantıklıydı. Hunakakular otoburdur.
Leşçilerden ve etoburlardan korkarlar. Korku, kişisel korkunun ürünü değildi.
Büyüklüklerinden dolayı, Hunnakaku'nun çok az doğal düşmanı vardı. (Biz hariç,
diye düşündü Nukurren.) Tüm etoburları, yaşamın "Güzellik Bobini"
dedikleri şeye geri dönmesini engelleyen parazitler olduğuna inanıyorlardı. Et
gibi yenilmek, bobine yeniden girmekten mahrum bırakılmak, ebedi yokluğa mahkûm
edilmek demekti.
Yani en azından Kiktular, Nukurren'e böyle açıklamıştı.
Gukuy olarak temelde etçil ihtiyaçları için mevcut sınırlar içinde, Kiktu'nun
benzer ilkeleri takip etmeye çalıştığı kesinlikle doğruydu. Nukurren ve
Dhowifa'nın bu kadar rahatsız edici bulduğu beslenme şekillerinin ve
kısıtlamalarını üreten elbette bu girişimlerdi.
Nukurren'in dokunaçları bu duruma tepki olarak büzüştü.
"Benden onu gömmemi bekleyemezsin!"
Alay edici bir ıslak çalarak uzaklaşmaya başladı.
Başka bir ses:
korku korku korku
korku korku korku
Durdu, Hunnakaku'nun sesindeki belirgin ıstırap tonu onu
durdurmuştu. Bir süre sonra bir karar alıp aletçinin çadırına doğru yürüdü.
Hunnakaku'nun kederli sesleri peşini bırakmadı.
"Bana bir çapa ver" diye emir verdi. Aletçi tek
kelime etmeden içeri gidip bir süre sonra elinde aletle geri döndü. Nukurren,
aletçinin örteneğinin endişeli bir şekilde pes pembe parladığını fark etti.
Nukurren, çapayı alıp kafese geri döndü. Patikanın bir
tarafında bir hendek kazmaya başladı, ancak başlar başlamaz yine ses çıkarmaya
başladı.
uğraşmamalı
eşelemek
yanlış oradaki sazlıklar
Kızgın bir şekilde bağırdı. Hunnakaku korkuyla
parmaklıklardan uzaklaştı, kafesin içine sindi. Örteneği kıp kırmızı kesildi.
Korkusu yatışmıştı. Aynı şekilde ses çıkarmaya devam etti.
"Kiktular ve onların kahrolası fetişleri kadar
kötüsün," dedi Nukurren. Kazmaya başladığı yeri bırakıp akafa tarlasına
daldı. Orada, sazlar işi çok daha zorlaştırsa da, yeni bir hendek kazdı.
Bitirip gitti ve köle tacirinin cesedini aldı. Cesedi sürüklemek için çatalını
kullanmayı düşünüyordu4 ama bunun Hunnakaku'yu üzeceğini biliyordu. Nedense, bu
nazik büyük yaratığa daha fazla acı çektirme düşüncesi tiksindirici geldi.
Böylece, tiksinmesine rağmen cesedin her yerinde gezen salyangozları görmezden gelerek köle tacirinin cesedini iki
büyük dokunacıyla alıp kazdığı yere taşıdı. Cesedi yere indirdi. Üstünü örtmek
kolaydı.
Bitirdiğinde, sazlıktaki toprak yığınına baktı.
"Hala çöpsün" dedi yavaşça. "Değeri ne olursa
olsun, Güzellik Bobini'ne hoş geldiniz. Bence, umarım bir sümüklü böcek olarak
geri dönersin."
Sazlıktan ayrılıp kafese geri gitti. Uzun bir süre Hunnaku
ile birbirlerine baktılar. Vücut hatları kendisininkini andıran bir yaratık
görmüştü. Hunnakaku'nun uzun kolları
vücuduna göre çok kısaydı ve uçları büyüktü. Gerçek dokunaçları yoktu. Altı
yerine sekiz kolu vardı. Kolları normal bir gukuy'dan daha büyüktü ve
çelimsizdi. Gukuy kollarının nispeten basit şekli harika bir avantaj
sağlıyordu. Ağız kısmı ise küt ve çıkıntılıydı, sert bitkileri çiğnemeye
uygundu. Nukurren'in keskin kenarlı gukuy ağzı gibi değildi.
Ya onun gözünde ben nasılım? diye merak etti Nukurren. Bir
canavar sanırım.
Bunu söylemenin bir yolu yoktu. Bir dünya yorgunluğu dalgası
daha onun üzerine çöktü.
Aslında,
onlar biz gukuylardan daha iyi bir halk. İri ve güçlü olmalarına rağmen
ürkekler. Bir de yavaş ve aptal. Biz de onları ya öldürüyoruz ya da köle
yapıyoruz. Artık nesilleri tükenen bir tür. Köle tacirleri her yıl daha azını
yakalıyor. Esaret altında da ürüyemiyorlar. Eğer Kiktu Utukular tarafından yok
edilirse, bu yere daha fazla köle taciri gelir. Kjakukun bunlarda sadece biri.
Arkasını döndü.
Ben de Kjakukun'un savaşçılarındanım. Sekiz günlüğü üç bakır
kabloya.
Çadırına dönüş yolundaki denk geldiği kişilerin korku dolu
bakışları bir nebze hoşuna gitmişti. Kjakukun'un çadırına geçerken, kervan şefi
derilerden yapılmış çadır kapısının arasından çıktı.
"Onu neden gömdün ?" diye sordu. Şaşırmış
görünüyordu.
"Hunnakaku yapmamı istedi ."
Şaşkınlığın turuncu rengi Kjakakun'un örteneğini
renklendiriyordu.
"Neden onun dediklerini yerine getiriyorsun? Bu bir
köleden başka bir şey değil.
Sinirden köpürmüştü. Nukurren, öfkesinin örteneğine
yansımasına engel olamadı. Mavi renkte yanıyordu. Kendini çok iyi kontrol
etmesine rağmen. Kervan sahibi de pembe rengin örteneğine yansımasını
engelleyemedi.
Nukurren yaklaşınca pembe renk bir anda yerini kırmızıya
bıraktı.
"Sana çalışıyorum çünkü buna mecburum" dedi
Nukurren sakince." Paraya ihtiyacım var ve..."
Lafını bitirmedi. Kervan ustası da cevap vermedi.
Çünkü sadece pis bir köle tacirin bir ahlaksızı işe
alacağını biliyordu.
Nukurren, kervan sahibinin cevap vermeye cesareti var mı
diye bekledi. Kjakukun ses çıkarmadı.
Aferin kervancı. Aferin.
Nukurren'in örteneğindeki mavi renk gitti.
"Sana çalışıyorum Kjakukun ama bazı konularda Kiktu'ya daha yakınım.
Kervan sahibinin örteneğindeki kırmızı renk de gitti.
"Kiktu seni herkesten çabuk öldürür!"
"Doğru. Hatta düşündüğünden de hızlı çünkü beni hain
olarak görüyorlar."
Nukurren arkasına bir bakıp tekrar önüne döndü.
"Bir daha bana soru sorma. Ben senin korumanım, o
kadar."
"Ben senin patronunum" diye karşılık verdi
Kjakukun.
Nukurren, çadırına doğru yürürken örteneği sarı renk aldı.
Dhowifa her zamanki yerindeydi, bir köşedeki minderlere
tünemişti. Nukurren içeri girdikten sonra iki aşık sessizce birbirlerine
baktılar.
Sonra "kötü bir gün geçirdim " dedi.
Dhowifa'nın örteneği, sadece erkeklerin yapabileceği
kromatik renklere bürünmüştü. Üzüntü Sempati. Empati. Arkasında ise keskin
hatlarla belli olan aşkın simgesi yeşil renk.
"Biliyorum. Buradan gördüm "dedi.
Biraz sessizlikten sonra tekrar konuştu.
"Hayatına çok sefalet getirdim."
"Baya bir mutluluk da getirdin."
Pastel tonlarda karmaşık bir duygu dalgası örteneğini
bürüdü. "Doğru. Doğru. Yine de, keşke..."
"Keşke ne ?" diye sordu Nurukken. "Keşke aşık
olmasa mıydık?"
"Hayır, tabii ki! ...ama-"
"Hayat bu, Dhowifa. Neden şikayet ediyorsun ki?
Dukuna'nın kalbi değil mi bu?
Dhowifa'nın kolları, iyi hislerle mayalanan saygılı bir
anlaşmazlığı düşündürecek şekilde kıvrıldı. Nukurren bu inanılmaz ifade
hassasiyetinden bir kez daha etkilendi.
"Tam olarak değil ," dedi. "Dukuna kavramının
daha kişisel olmayan bir felsefi itkisi vardır. Bu gerçekten..."
"Yeter!" dedi yüksek sesle Nukurren. Örteneğinden
aslında iyi olduğu belli oluyordu. Her zamankinden daha parlak şekilde tutkunun
sembölü olan beyaz renk görünüyordu.
"İyi ki seninleyim" dedi Dhowifa. Kollarını
birbirlerine dolarken örtenekleri fil rengini almıştı.
"Evet, iyi ki" dedi Nukurren. "Seni hiç bir
şeye değişmem." "Hayatımın anlamı" Dhowifa'nın mutluluğu ve
huzuru örteneğinden okunabiliyordu.
Keza Nukurren'in sevgisi de öyle.
II. Kısım
İblisler sabaha karşı saldırdı.
Nukurren korkarak alarmın tiz sesiyle uyandı. Bir askerin
gibi uyanır uyanmaz silahlarını yokladı. Ganahide zırhını giyse mi giymese mi
bir düşündü ama sonra zamanının olmadığına fark etti.
Hala yatakta uzanan Dhowifa'ya "burada bekle!"
dedi.
Çadırın kapısından koşarak dışarıya çıktı. Çadırın az
önünde, silahlarıyla saldırmaya hazır bir şekilde savaş pozisyonu alıp durdu.
Sabahın soluk ışığında gördüğü şey ilk başta kafasını çok
karıştırdı.
Onlar ne
öyle?
Daha önce gördüğü hiçbir şeye benzemiyorlardı. Sazlıklar
gibi çok uzun ve inceydiler. Jet gibi takip edemeyecek kadar garip bir şekilde
hareket ediyorlardı.
İblislerden birinin bir kervan muhafızına doğru atıldığını
gördü. Gardiyan çömelmiş mızrağını ve gürzünü titrek elleriyle tutmuş korkuyla
bağırıyordu. İblis, Nukurren'in şimdiye kadar görmediği kadar hızlı bir hareket
ile bir tür devasa iğne fırlattı. İğne gardiyana hızla yaklaşırken Nukurren
ucundan kısa bir parıltı gördü.
Metal! İyi
de nasıl bir metal gri renkte parlar ki?
İğne, kamp gardiyanının kafasına, gözlerinin tam ortasından
beynine saplandı. Gardiyan en ufak bir ses çıkarmadan anında öldü.
Sapladığı o şey de neydi? O uzun ince şeyin ne olduğunu
merak etmişti Nukurren. Gardiyanın kafasına saplanan iğneyi dokunaçlarıyla
çıkardı.
Aslında dokunaç da değillerdi. Birbirine bağlanmış iki tane
çubuk gibiydi. Kullandığı iğne de besbelli bir çeşit silahtı.
Silahlarının olması bir aklına bir şey getirdi. İblis
olabilirler ama silaha ihtiyaç duyuyorlarsa savunmasız olmalılar. Herhalde.
Düşünecek zamanı yoktu. Gözünün ucuyla bir şeyin hareket
ettiğini fark etti. Silahın parlak ucunun doğrudan ona geldiğini gördü.
Böyle bir saldırıya hiç hazır değildi. Hiçbir Gukuy böyle
bir darbeye karşı koyamazdı ama Savaşçı refleksleriyle hemen mızrağın elini
koruyan yerdeki kalkanını kaldırdı.
Silah, kalkanı geçip örteneğinden uzun bir sıyrık bıraktı.
Nukurren acıyı görmezden geldi. Örteneği zaten savaş yaralarıyla doluydu ve
örteneği delinmediği sürece oluşan hiçbir yara ciddi değildi. Zırhının
almadığına pişman oldu.
Nukurren gürzünü sağa sola sallayıp iblisin ayağının alt
kısmına korkunç bir darbe vurdu. Gürzün sivri uçları içine geçmedi. Orada bir
çeşit zırh vardı. Garip bir çatırdama sesi duydu ve iblis yere yığıldı. Korkunç
bir şekilde feryat etti.
Gürzü ile son darbeyi vurup arkasını döndü. Görevi başka bir
yerdeydi. İblisin işi bitmiş gibi görünüyordu. Asıl sorumluluğu kervan
sahibinin güvenliğiydi.
Kjakukun'un çadırına doğru koştu. Koşarken etrafındaki kaosa
bir baktı. Gardiyanlar ve köle tacirleri
artık savaşmaya çalışmıyorlardı. Dehşet içinde kaçışıyorlardı. Her yere
yayılmış iblisler Gukuylardan çok daha hızlı hareket ediyorlardı. Onun hemen
önünde kaçan bir köle tacirinin iki iblis tarafından nasıl ele geçirildiğini
izledi. Canavarlar acımasızca silahlarını köle tacirinin uzun kollarına sokup
yere çivilediler. Üçüncü bir iblis çığlık atan köle tüccarının önüne geçip
silahını doğrudan beynine sapladı.
Bunu nasıl yapıyorladı? diye merak etti Nukurren. Saldırının
ölümcüllüğünü hemen fark etti. Bir Gukuy'un en zayıf noktası hiç şüphesiz hemen
arkasında beyni bulunan iki gözünün ortasıydı. Normalde Gukuylar dokunaçlarının
doğaları gereği böyle bir darbe vuramazlardı. En fazla tüftüften fırlatın
dartlar birazcık zarrar verebilirdi ama o da o kısmı delip beyne ulaşamazdı.
Tüftüfcüler genelde göze nişan alırlardı.
Hunnakaku kafeslerinden gelen yüksek bir ses duydu.
İblisler savunmasız hunnakuları mı katlediyor?
Baktığında iblislerin kafeslerin kilidini kırdığını gördü.
Onları serbest bırakıyorlardı! Çıkardıkları seslerin korku dolu sesler
olmadığını anladı.
Kjakukun'un çadırı hemen önündeydi. Neredeyse varmıştı.
Kervan sahibinin elinde gürzüyle deri kapının arasından çıktığını gördü.
Gir içeri salak! Seni burada koruyamam!
Çok geçti. Bir anda bir iblis belirdi. İğneyi tuhaf
dokunaçlarından birinin içine geri çekti ve hızlıca ileri doğru fırlattı.
Nukurren şaşkınlıkla iğnenin havada uçuşunu izledi. Tıpkı tüftüften çıkan dev
bir dart gibi. Kjakukun'u tam gözlerinin ortasından vurdu. Kervan ustası daha
yere düşmeden ölmüştü.
O havadan süzülen iğne, şafağın ortasındaki o kaosta onu en
çok şaşırtan şeydi. Nukurren, daha önce tüftüf harici yakın dövüş silahlarından
başka hiçbir silah kullanmamıştı. Güneybatıdaki bazı ilkel kabileler sapan
kullanıyordu. Anshac, tuhaf silahları denemişti ama bir işe yaramadıkları
sonucuna varmıştı. Fırlatılan taşlar zarar veriyordu ama Gukuylar bu darbelere
karşı büyük ölçüde direnebiliyordu. Zaten hiçbir gukuy sapan kullanacak kadar
doğru bir dokunsal beceriye sahip değildi. Güneybatıdaki ilkel kabileler bile
nadiren kullanıyordu.
Umutsuzlukla dolmuştu Böyle korkunç yaratıklarla nasıl
savaşabilirsin?
Düşünecek zamanı yoktu. Bir iblis ona doğru koşuyordu. Ne
olacağını bildiğinden beynini korumak için başka tarafa doğru döndü. İğne
örteneğinin önüne saplandı. Yara zararsızdı. Neredeyse acı bile vermiyordu.
Gukuy örteneği oldukça sert ve kalındı.
İblisin dokunaçlarına doğru mızrağıyla saldırdı. Yine o
garip çatırdama sesi geldi. İblis bağırdı.
Öfke ve zaferle dolu olan Nukurren, gürzünü canavarın üst
kısmına doğru salladı. Darbe hızlı ve güçlüydü ama iblisin esrarengiz hızı, bir
tür zırh taşıyan diğer dokunaçlarıyla kendisini savunmasını sağladı. Zırh
parçalandı. Başka bir çatırdama daha duydu. İblis yere yığıldı.
Yenilmez değiller! Diye düşündü.
Bir iblis daha. Bir tane daha. Sonra bir tane daha. Bir
sümüklüböcek gibi kıvrılıp, hiç hareket etmediği kadar hızlı hareket eden
Nukurren, ölümcül iğnelerden kurtulmayı başardı. Artık iğneler örteneğini
delmişti. Çok yoğun bir acı hissediyordu. Sonunun ne olacağını da çok iyi
biliyordu. Bu tür yaralar ölümle sonuçlanan hastalıklara yol açardı.
Nukurren'in aklındaki tek şey ortalığı kasıp kavurmaktı.
Mızrağı ve gürzüyle çok güçlü bir şekilde saldırdı. İblislerden biri yere
düştü. Nukurren'in gürzü iblisten büyük bir parça mı koparmıştı? Büyük bir
iblis, dokunacına aldığı gürz darbesiyle silahını kullanamaz hale geldi. Diğer
iblis sekerek garip bir yürüyüşle geri çekildi.
Bir saniyeliğine duraksadı Örteneğine saplı iğnelerin
verdiği acıyla titrek bir şekilde arkasını döndü.
Etrafı iblislerle çevrilmişti. Nukurren'in silahlarının
ulaşamayacağı mesafede duruyorlardı. Tuhaf sesler çıkarıyorlardı. Tükürük ve
soluma sesleriyle karışık korkunç sesler. Farklı bir dil konuştuklarını fark
etti ama daha önce hiç duymadığı bir dil gibiydi. Acının uyuşukluğu içinde,
nihayet vücutlarının bazı ayrıntılarını fark edebildi. Artık iblisler garip bir
şekilde hareket etmiyordu.
Onların kafa olduğunu anladı. Vücutlarının en tepesindeki o
garip çıkıntıların. Sesler ise öndeki hareketli parçalardan geliyor. Onlar
dudak mı? Bu küçük şey bir gaga mı? Olamaz, sadece bir çenesi var.
Sonra gözleri gördü. Bunları tanımakta zorlanmadı. Neredeyse
kendininkiler gibiydi ama çok küçüklerdi.
Neden saldırmıyorlar?
Bir tarafa doğru çekildi. Oradaki iblisler yine titredi.
Kendinden korktuklarını fark etti. Köle tüccarları uju gibi
doğrandı. Ben ise birkaçını yaraladım. Bazıları ölmüş bile olabilir.
Sonra ise kalan umudu da tükendi. Diğerlerinden daha alçak
perdeden bir iblisin sesini duydu. Sese doğru döndü içinde iki tane iblis
gördü. Yeni bir iblis ortaya çıktı, yavaşça kalabalığa doğru ilerliyordu.
Yeni iblis diğerlerinden çok daha büyüktü. Gövdesinin üstü
kısmı daha uzun ve genişti. Bir iblis için yavaş hareket ediyordu ama normal
bir şekilde hareket ediyordu. Bütün iblislerin şekilleri ve hareketleri oldukça
garipti ama bu farklıydı.
Büyük bir savaşçı. İblislordu.
Etrafında dolaşmaya başladı. Gittikçe hızlanıyordu. Arkasını
döndü. Nukurren'in etrafında daire çizmeye devam etti. Yine arkasını döndü.
Vücudundaki iğnelerin etini parçaladığını hissedebiliyordu. İğnenin kendi
kendine yavaşça ilerleme özelliği olduğunu fark etti.
Böyle bir savaşta hiç şansı yoktu. Aniden ileri fırlayıp
mızrağını canavarın kafasına doğru savurdu. İblisin, iğnesiyle saldırıyı
engellediğini gördü. Yaratığın gücünü ve sağlam duruşuna hayret kaldı. Gürzüyle
diğerlerini sakat bırakan saldırıyı yapmak istedi.
İblis o darbeyi de uçarak mı savuşturdu? Hayır, sıçradı.
Dümdüz yukarı doğru sıçrayıp geri indi. Hala çok dengeliydi.
O zaman bunların gerçekten iblis olduğunu anladı. Midye
Eti'ndeki hiçbir doğal yaratık bunu yapamazdı.
Ölüm vuruşunun geldiğini gördü. Kendi saldırısı boşa gittiği
için dengesini kaybetmişti. Darbeyi önleyemedi. Bir kenara kaçmak için kenara
çekilmeyi denedi.
İğne sol gözüne saplandı. Oldukça derine. O kadar büyük bir
acı hisseti ki felç geçirerek yarı kör oldu.
Yarı baygın şekilde son hareketinin beynine bir darbeyi
önlediğini fark etti. Ölmemiş olsa bile artık çok kötü bir haldeydi. Çaresizce
büyük iblisin başka bir iblisten yeni iğne alışını izledi. Yavaşça ona doğru
nişan alışını izledi. Artık iğneyi fırlatmak için yaptıkları tuhaf hareketleri
bile anlayabiliyordu.
Bir uçtan diğer uca bağlanmış sopalar gibi. Aslında
titremiyorlar, bağlantı yerlerinden ileri geri sallanıyorlar.
Aniden görüşü bozuldu. Küçük biri, korku ve ıstırap dolu bir
sesle sakatlanmış başına doğru akın ediyordu.
Dhowifa.
"Git buradan ," diye fısıldadı. "Saklan,
aşkım. Kendini kurtarmaktan başka yapabileceğin bir şey yok ."
Nukurren'in tanıdığı en zeki ve en kurnaz kişi olan Dhowifa,
tamamen duygusallığa boğulmuştu. Kafasına sarıldı ve çaresizce gözündeki
korkunç iğneyi çekmeye çalıştı.
Ufacık gücüyle yapamayacağı bir işti. Bilinmeyen bir
nedenden dolayı, onun gelişi iblis lordunun geri çekilmesine neden olmuştu.
Lordun iğnesi düştü. İblislordu ve diğerleri arasında ani bir konuşma yaşandı.
Sonra, şeyanlordu tekrar iğnesi hazır hale getirdi.
Nukurren çaresizlik içinde ikimizi de öldürecek dedi.
Dhowifa, seni ahmak.
"Lütfen git!"
Nukurren ve İblislordunun arasına büyük bir şey girdi.
Hunnakaku'lardan biriydi, sesini duymadan fark etti.
Hunnakaku'yu anlayacak gücü yoktu. Acı içindeydi.
Başka garip sesler duydu. İblislerden geldiğini fark etti.
Sadece tek bir şeye odaklanabiliyordu.
Bu korkunç iğnelerle ölmeyeceğim.
Dwowifa'yı nazikçe iterek, gözündeki iğneyi tuttu. Derin bir
nefes aldı. Sonra, var gücüyle iğneyi çekti. Acıdan bağırdı ama hiç tereddüt
etmedi.
İğneyi bir kenara attı. Bir iblise doğru yuvarlandı. Canavar
önce silaha sonra ona baktı. Kımıldamadı. İblislerin hiçbirinin hareket
etmediğini fark etti. Hunnakaku şimdi bir tarafta sessizce duruyordu.
Arkasına uzandı ve örteneğinin sol tarafına saplanmış iğneyi
kavradı. Yine bütün gücüyle çıkarmayı denedi. Bu seferki acı o kadar yoğun
değildi ama iğneyi çıkardıktan sonra büyük bir zayıflık hissetti.
Güçsüzlüğe zar zor dayandı. Arkasına uzandı ve son iğneyi de
kavradı. Tekrar var gücüyle asıldı. Bu sefer gücü yetmedi. Kalan gözünden zar
zor görebiliyordu. Bunaltıcı bir yorgunluk ve ıstırap içindeydi.
Birinin ona dokunduğunu hissetti. Tuhaf, ürkütücü bir
dokunuş. Hafifçe dönüp arkasına baktı. İblislordu hemen yanındaydı. Garip küçük
gözleriyle ona bakıyordu. Güneş artık üzerlerindeydi. Net bir şekilde görmek
için yeterli ışık vardı. İblisin vücudunun çoğu zırhla kaplıydı ve geri
kalanların çoğu da deriyle örtünmüştü. Kafasındaki zırhla ilgili çok garip bir
şey olduğunu fark etti. Canavarın vücudunun açıkta kalan kısımlarını
görebiliyordu. Gece kadar karanlık. Amansız.
Yine bir dokunuş. İblislordu olduğunu anladı. Canavar
dokunaçlarını iğnenin üstünden çekti. Dokunaçlarının şekli ile ilgili garip bir
şey vardı ama bunu anlamlandıramayacak kadar sersemlemişti.
Çok güçlü diye düşündü. Yaralı olmasam benim kadar güçlü
olamaz.
Direnemiyordu. Artık dokunaçlarını salmıştı. İblislordu
iğneyi tuttu ve bir dokunacını örteneğin üzerine yaranın yanına koydu.
Örteneğine bastırarak ani bir hareketle iğneyi çıkardı.
Artık hiçbir şey görmüyordu. Neredeyse bilincini de tamamen
kaybetmişti. Etrafında Hunnakakuların ve iblislerin birbirine karışmış
seslerini duyabiliyordu. Dhowifa'nın sıcak, titreyen vücudunun başını tuttuğunu
hissedebiliyordu. Erkeklerde genelde zayıf olan bilinci artık neredeyse yoktu.
Zavallı Dhowifa, bilincini kaybetmeden önceki son
düşüncesiydi. Artık vahşetin nasıl sonuçları olabildiğini görüyorsunuz.
III. Kısım
Devriye geçerken Rottu gölgelerde bekledi. Endişeli değildi.
Devriyedeki savaşçılar keskin gözlü lejyoner değil destek kuvvetlerdi. Karanlık
sokaklarda dolaşan şüphelileri bulmaktansa kendilerini aşu odasının sıcaklığına
bırakmak için devriyelerini bitmesini bekliyorlar.
Ara sokağın ağzına doğru ilerlerken, savaşçılar durdu ve
içerisini üstün körü incelediler. Rottu hiçbir şey görmeyeceklerini biliyordu.
Sokağın girişinde, ışığı birkaç adımdan fazla aydınlatmayacak kadar sönük
şekilde yanan eski bir sütün vardı.
Yine de Rottu işi şansa bırakmadı. Sokağın derinlerinde
duvara doğru biraz daha sıvıştı. Sonra, sessizce küfrederek acı dolu sesini
bastırdı. Unutmuştu. Apartman
dairelerinin duvarları üstün körü yapılırdı o yüzden pek çok keskin kenar ve
pürüzlü köşeleri vardı. Kutsal Kovanın cilalı, güzel duvarları gibisi yoktur.
Yaşlanıyorum ve dikkatsizim. Kovanın lüksüne çok alıştım.
Kaç sekiz haftadır klan karargahının dışına çıkmadım acaba?
Savaşçılardan biri ara sokakta üstünkörü bir inceleme
yapmaya başladı. Bir kaç adım attıktan sonra aniden geri çekildi.
Rottu, karanlıkta onları izlerken gülmemek için zor
duruyordu.
Cesedin kokusunu alıyordu.
Ceset, Rottu ile sokağı girişini arasında duruyordu.
Savaşçıların yaklaştığını gördüğünde bilerek kendini cesedin ilerisine
saklamıştı. Eğer savaşçılar sokağı yakından incelemeye karar verse bu şeyin
yanından geçmek zorunda kalacaklardı. O ceset öleli bir kaç gün olmuştu.
Kurtlarla doluydu. Kokuşmuştu.
İsimsiz bir ceset olduğundan Rottu'nun haberi vardı.
Açlıktan ya da parazitlerden ölmüştü veya hırsızların açtığı yaralardan.
Hırsızlar isimsiz birini soyacak kadar çaresizler. Eski bir esir, büyük
olasılıkla, klanının topraklarından kaçtı. Tıpkı ondaki önceki pek çok kişi
gibi Shakutulubac'ta yeni bir hayat arıyordu. Büyük şehrin kenar mahallelerinde
ölümden başka bir şey bulamamıştı.
Bunun gibi daha çok var. Topraklarındaki artan zulümden
dolayı bir şehre sığınmak zorunda kaldı.
Yakında bir katliam daha olacak. Awosha emri çoktan verdi.
Birçok kişi ölecek. Birkaç mahzene saklanıp kurtulmak için sayımız çok fazla.
Rottu'nun da tahmin ettiği gibi devriye kısa sürede gitti.
Seksen hafta sonunda devriye, gece mesaisinin bitiminde cesedi rapor edecekti.
Şehrin Metresleri, onu kaldırması için ertesi sabah bir köle çetesi gönderirdi.
O günler geçeli çok oldu artık. Shakutulubac'ın cesetler sokaklarda çürüyordu.
Artık onlardan çok vardı. Eskiden fakirlerin ve alt sınıf insanların hayatı
ucuzdu. Şimdi ise hiç bir değeri yok.
Bir süre sonra, gitmenin tehlikeli olmayacağına karar
verince Rottu cesedin yanından geçip sokağı terk etti. Hissettiği tiksintinin
örteneğine yansımasına engel oluyordu. Zaten rengini görecek kimse de yoktu ama
Rottu, disiplininden taviz vermeyecek kadar uzun süredir Shoroku'daydı. Bir
ömürdür.
Sokağa geri döndüğünde aceleyle uzaklaştı. Acele etti ama
tedbirliydi. Eğer bir devriye onu fark etse kesin tanırlardı. Devriye, elbette,
ona yaklaşamazdı. Cesaret edemezlerdi. Anca konuşur durulardı. Konuştukları
Ansha'nın Timpani'sine ulaşırdı. O zaman felaket olurdu. Rottu, Timpani'de
üst rütbeliydi ama Kovan'daki bazı
odalardan kaçınmasında bu rütbesi yeterli olmazdı. Şehrin Hacılarla kuşatılmış
olan bölgesinde gece geç saatlerde göründüğü öğrenilirse, hayır rütbesi
yetmezdi.
Timpani'den bazıları şimdiden biraz şüpheleniyordu.
Dikkatliydim ama hata yapmamak mümkün değil. Çok az yaptım, yoksa örteneğimi
çoktan yüzerlerdi. Uşulubang'ın hizmetine gireli çok seksen hafta oldu.
Başka bir sokak ağzına daldı ve arkasındaki sokağı inceledi.
Sonra, tatmin olup devam etti.
Bu gece taşıdığımdan daha değerli bir paket olsaydı bu riske
girmezdim. Hem, Uşulubang'ı uzun zamandır görmedim. Birlikte tüm riskleri
konuşmalıyız. Durumun hakikatini anladığından emin olmam lazım.
Bu katliam... çok korkunç olacak.
Rottu sonunda varacağı yere ulaştı ve işaret verdi. Bir süre
sonra ise bir paşokun peşine takılmış kenar mahallelerin altındaki mahzen
labirentlerinden geçerek geliyordu.
Artık bir nevi yeraltının güvenliğinde olduğu için buraya gelmenin
riskini almasının başka bir nedeni olduğunu kendi kendine kabul etmişti.
Uşulubang'ı kendim görmem lazım. Çok uzun zaman oldu ve
ruhumun yenilenmeye ihtiyacı var.
Uşulubang'ın kamarası her zamanki gibi boş ve tenhaydı.
Basit bir palet. Sağlam bir okuma yeri. Bilgenin okuması için zar zor yeterli
ışık veren, kabaca yontulmuş bir parıltılı yosun kolonu. Yeterli ama az. O
kadar. Hayatının zorluğu bazen Uşulubang gibi eski bir savaşçıyı bile zorluyor
olmalı.
Rottu, Uşulubang'da o sertlikten hiçbir iz olmadığını
görünce rahatladı. Pir yaşlıydı elbette. Yine de her zamanki gibi dinç
görünüyordu.
Kollarını birbirine doladıktan sonra Uşulubang geri çekildi
ve esprili bir şekilde ıslık çaldı.
"Hava neden bu kadar kasvetli Rottu? Örteneğin
kahverengiliği de olabilir."
"Şaka yapmayı kes, seni yaşlı aptal." Rottu,
gözünün ucuyla paşokun örteneğinin pembe ve turuncu renkte parladığını gördü.
Genç Hacı, birinin büyük opoloshuku ile bu kadar uygunsuz bir şekilde
konuştuğunu duyunca şok oldu.
Bırakalım da şaşırsın. Birinin bu aziz salağa doğruyu
söylemesi gerek.
Uşulubang'ın kendi örteneği yeşil hiç değişmedi elbette. Uşulubang
böyle olaylardan zevk alıyordu. Ona, Goloku ile dünyayı dolaştığı günleri
hatırlatıyordu. O günler geçeli çok oldu. En güzel günlerdi. Goloku'nun ona açıkça
gerçekleri söylediği ve Yol'un yolunu gösterdiği günler.
"Hep sert. Hep sert."
Uşulubang hüzünlü bir kabullenme hareketi yaptı.
"Çok iyi, Rottu. Sanırım söyledikleriniz
kaçınamayacağım. Öncelikle, paket sende mi?"
Rottu paketi örteneğinde sakladığı yerden çıkardı. Çıkarınca
bir rahatlık geldi. Paket büyük ve ağırdı. Pire doğru uzattı. Uşulubang'ın
kolları kısa bir hareketle kumaşı söktü.
Pir, yosunun ışığına doğru yaklaştı. Yavaşça sayfaları
inceledi.
"Sen gördün mü?"
"Evet Uşulubang. Kendime önemli sayfaların çıktısını
aldım."
Uşulubang'ın örteneğine ufak bir pembelik geldi.
“Bu biraz şey değil mi?..”
Rottu kabaca bir ıslıkla böldü. Odanın köşesindeki paşok
öfkeyle masmavi ve turuncu renkte parladı.
"Felsefeye bağlı kal Uşulubang. Sır tutmakla bırak da
ben ilgileneyim."
Uşulubang yine eşef olunacak bir kabul hareketi yaptı.
Ne kadar kaba
olduğunu unutmuşum! Yİne de haklısın sen böyle şeylerin Metetresi'sin."
Kağıtları işaret edip.
"Ne düşünüyorsun?"
"Harika. Dili hiçbir zaman tam olarak onların yaptığı
gibi telaffuz edemeyiz elbette ama dağdaki Hacılar, iblislerin konuşma
tarzlarını ihtiyaçlarımıza göre değiştirdiklerini söylüyorlar."
Uşulubang hafif bir şaşırma sesi çıkardı.
"Gerçekten mi?"
Rottu onaylama hareketi yaptı. "Her türlü, Enagulishuc
idealdir. Mantıklı ve anlaşılır. Garip yöntem öğrenildiğinde yazı biçimini de
öğrenmesi çok kolay. Fagoşau'daki barbarlar bile öğreniyor. Aslında Anşak'tan
daha kolay."
Uşulubang tekrar kâğıtlara baktı. "Bu hiç şaşırtıcı
değil Rottu. Eski barbarların zihinleri Anşaku yazılarının gizli
karmaşıklıklarıyla dolu değil."
Rottu hiç bir şey demeden
söylenenleri kabullendi. Uşulubang ile anlaştı.
Yine de barbarları vahşi cahiller olarak düşünmemek elde değildi.
Savaşta yetenekli ve şaşırtıcı bir şekilde genelde devlet yönetiminde kurnaz.
Fakat...
“Kabul ediyorsun o zaman?” diye
sordu Ushulubang'a. "Enagulishuk'u evlat edinecek miyiz?"
Uşulubang çekingenliğini belli eden
bir hareket yaptı.
"Sanırım evet. Bi açıdan da
ideal gibi duruyor. Yine de çözülmesi gereken daha önemli bir soru var.
Kendimizi buna adayacağız Rottu. En azından bir bakıma. İblislerle
özdeşleşeceğiz.”
Rottu alay etti. "Ne olmuş
yani? Böylesi daha iyi. Hacılara zulmedenlerin örtenekleri kızarsın. Bu soruda
artık şüphe yok Uşulubang. Daha önce hiçbir Hacı iblisleri savaşta
gözlemleyemedi. Çok hızlı hareket ediyorlar. Ama sonuçlarını gördüler. Tüm köle
kervanları yok edildi. Küçük yaralar dışında iblislerde hiçbir şey yok."
Tereddüdü gören Rottu devam etti.
"Uşulubang, gerçekler neyse
odur. Kötülük ve şiddet dolu bir dünya. Biz ne dersek diyelim gerçek değişmez.
Hem saldırıdan saklanarak kurtulamayacak kadar çok fazlayız."
Tereddüt.
"Uşulubang, yeni bir yıkım
yaklaşıyor. Çoktan buna karar verildi. Timpani'nin örgütlenmesi biraz zaman
alacak ama çok gecikmezler.”
Uşulubang boşver dercesine bir
hareket yaptı.
"Biliyorum Rottu. Ama bunu
birazdan konuşacağız."
Bilge, kağıtları oturağın üzerine
koydu.
"Endişemi yanlış anladın Rottu.
Goloku'nun kendisi de bir savaşçıydı, hatırlasana. Şiddete karşı çıktı, doğru.
Ancak gerektiğinde kendini savunmak konusunda çekingen davranmadı. Dediğin
gibi, eğer iblislerde savaş yeteneklerini öğrenebilirsek, o zaman çok daha iyi
olurdu.”
“O halde neden tereddüt ediyorsun?”
"Savaş küçük bir şey Rottu.
Yolda ilerleyen ruhun ta kendisidir. Ne de olsa bunlar şeytanın ta kendisi.”
"Owoc ogoto'dan başka bir şey
yemeyen iblisler."
"Bu kesin değil mi?"
Rottu onaylama hareketi yaptı.
"Evet Uşulubang. Kesin."
Oturağın üstündeki kağıtları işaret
etti. "Raporu kendin okuyabilirsin. Dağdaki hacıların çoğu sekiz haftadır iblislerin
arasında yaşıyorlar. Söylediğin gibi oldukça dikkatli bir şekilde
gözlemlediler. Hiçbir zaman - bir kez bile - bir iblisin başka bir şey yediğini
görmediler. İblisler bile yapamayacaklarını söylüyorlar.”
"İblisler neden olduğunu
söylüyor mu?"
"Evet. Başka yiyeceklerin
onları öldüreceğini söylüyorlar.”
"İşte. İşe yarıyor. Büyük
sırları bilen güçlü iblisler. Yine de dünyanın en basit ve en nazik
varlıklarının sevgisi olmadan var olamazlar.
“Nihayetinde beni yönlendiren şey
bu. Owoc'un aklını kolayca kandırılabilirim. Peki ya ruhları? Sanırım
asla."
Bilge, köşedeki pashoc'a döndü.
"Çıkar ağzındakini, Shurren.
Yol'un dili artık Enagulishuctur . Apashoc'un tamamı çalışmaya başlasın. Eğer
çoktan başlamışlarsa, çabalarını yoğunlaştırmalılar.”
"Evet, opoloshuku. Peki ya
diğer mesele?”
"Bu da kararlaştırıldı.
Hacılara söyle, yolculuğa hazırlansınlar."
Paşok aceleyle odadan çıktı.
"Ne yolculuğu?" diye sordu
Rottu. "Başka ne var?"
Uşulubang dalga geçer gibi seslendi.
Mükemmel! Her şeyi gören Rottu bile
karanlıkta kaldı. Memnun oldum. Sırrı sakladık. Bu kadar çok insanı
ilgilendirdiği için zor bir görev."
Neden bahsediyorsun?
"Shakulutubac'tan ayrılıyoruz
Rottu. Adam toplama çalışmalarına devam etmek için geride kalacak birkaç keşiş
dışında hepimiz."
Rottu şaşkına dönmüştü. Örteneğinin
turuncu ile dolmasını önlemek için elinden geleni yaptı.
"Gitmek mi? Nereye
gidiyorsun?"
"Chiton'a Rottu. İblislerin
dağına.”
"Ama - hepiniz mi? Sen de
mi?"
Derin bir acı hissetti.
Uşulubang'ı bir daha göremeyeceğim.
Ruhum tükenecek ve ölecek.
Sonra, yaşam boyu süren sert bir öz
disiplinden yararlanarak duygularını bastırdı. Soruyu düşünerek bir süre sessiz
kaldı.
Aslında bu harika. Kendim bunu asla
düşünemezdim. Chiton güvenliği sağlayacaktır. En azından Uşulubang Hacıları
kalın bir beze saracak kadar uzun bir süre. Yaklaşan katliam ortada hiçbirr şey
bırakmayacak. Şehirde birkaç rahip için yeterli güvenlik yeri ayarlayabilirim.
Kurnaz zihni başka bir olasılığın
daha farkına vardı. Ama o bunu bir kenara itti. Bununla daha sonra uğraşmak
için yeterli zaman olacaktı. Şimdilik...
Yine, duygularını bastırdı.
Her halükarda çok uzun
yaşamayacağım. Bu kadar çok Hacı'nın Shakutulubac'tan kaçmasını sağlamak için
atacağım adımlar kesinlikle Timpani'nin dikkatini çekecek. Beni işkence
odalarına atacakları.
İçinden alay etti.
Ama cesedimden hiçbir şey
öğrenmeyecekler. Ruhumu Yol'a verdiğimden beri yanımda zehir taşıyorum.
İşte beni rahata kavuşturacak şey.
Uşulubang yaşayacak. Uşulubang yaşayacak.
Bilge, sözünü kesti.
"Tam bir salak."
Rottu ona bakıp şaşırdı.
"Ne demek oluyor bu?"
"Gerçekten seni arkada
bırakacağımı düşünüyor musun? Awosha'nın mavi öfkesini almak için mi? Bizimle
geliyorsun Rottu."
"Ne? İmkansız! Ben..."
Uşulubang'ın örteneği siyaha
büründü. Bilgenin örteneğindeki o amansız rengin görüntüsü Rottu'ya cümlesini
yarım bıraktırdı. Bu, neredeyse hiç görmediği bir renkti.
"Emrediyorum, Rottu. Bu konuda
emrediyorum. Şehirden kaçmamıza yardımcı olması için yeteneklerinize
ihtiyacımız olacak. Ama kendinizi işkence odalarına attırmadan yapabileceğiniz
kadarını yapabilirsiniz."
"Kurtarabilirim..."
"Yeterince kurtaracaksın Rottu.
Doğru dürüst düşünmüyorsun. Sadece kaçışı düşünüyorsun. Ya geri dönüşün?"
"Anlamıyorum."
"İşte. Hacıların kaderini iblislerin bobinine
atıyorum Rottu. Sen aptal olabilirsin ama ben değilim. Diğer gözlerimin yardımı
olmadan bunu yapacağımı mı düşünüyorsun? Kurnazlığın yanımda olmadan mı?
Aptal."
Rottu soruyu bu yeni ışık altında
ele aldı. Ve geçmişte birçok kez yaptığı gibi Uşulubang'ın gerçekten bir bilge
olduğu sonucuna vardı.
"Haklısın, opoloshuku."
Dedi Uşulubang. Rottu, bu sözü kolay
kolay ağzına almazdı.
İki gukuy bir an için sessizce
birbirlerine baktılar. Birbirlerini çok seksen haftadır tanıyorlardı. Genç bir
Timpani, Hacılara yapılan ilk zulmün ardından Uşulubang'ın sorgulayıcılarından
biri olarak atandığından beri. Çok genç bir Timpani. İşkence odalarında gördüğü
zulümden bıkacak kadar yaşlı. Zulmü kendi ruhuna emmeyecek kadar genç.
Goloku'nun hayatta kalan tek pasok olan ve hayatını adadığı bir sorudan cevap
arayan bir sorgucu.
Rottu'nun örteneği griliğini korudu.
Uşulubang, örteneğinin yeşil renkte parlamasına izin verdi.
Bir süre sonra Rottu arkasını döndü.
"Gitmem lazım, yoksa yokluğum
özlenecek."
"Bir dakika, Rottu. Son bir
sorum var."
"Neymiş?"
Uşulubang oturaktaki kağıtları
işaret etti.
"Onları okudun. Dağın Hacıları,
cevabın bilindiğini iddia etmeye devam ediyorlar mı? İblislerin Kraliçesi
tarafından mı?"
"Evet."
"Buna inanıyor musun?"
Dedi Rottu. "Felsefeyi sana
bırakıyorum, yaşlı bilge. Kafamı yoracağım bir sürü sırrım var."
Uşulubang'ın sesinden eğlendiği
anlaşılıyordu.
"İşte. Ben kendim inanmıyorum.
Dağdaki Hacıların büyük bir yanılgıya düştüklerine inanıyorum. Goloku'nun
öğretilerine inanıyorum. Bunun bir cevabı yok. Sadece soru var."
"Dediğin gibi, Uşulubang. Bu konuda
her zaman benim rehberimsin. Yakında öğreneceğiz."
Döndü ve odadan çıktı.
Sokaklara geri dönen Rottu, temkinli
bir şekilde hareket etmeye devam etti. Gecekondu mahallelerinden ayrılana kadar
acil ihtiyaçlardan başka hiçbir şey düşünmedi. Daha sonra ise düşüncelerini
serbest bıraktı. Eğer şimdi biri görse nerede olduğunu açıklayabilecekti. Garip
bir şekilde ve alay konusu olarak. Görünüşe göre zevk arayan yaşlı bir gukuy.
Bırakalım konuşsunlar. Uzun süre
konuşamazlar.
Düşünceleri koridorlarda
dolaşıyordu. Taktiklerini oluşturuyordu.
Gerçek Hacıların isimlerinin kaybolduğunu görecekti. Onların yerine,
muhbirlerin isimlerini eklerdi. Katliam sırasında ölecek muhbirler olurdu.
Cesetleri kalabalık tarafından sokaklarda sürüklendi.
Anşa'nın Timpani'si konuşsun.
Bir zamanlar Rottu'nun düşünceleri
kontrolden çıktı. Şafak yaklaşıyordu ve Sedef'in içine sızan görüntüsü eski bir
hatırayı geri getirdi.
Aynı gökyüzü, uzun zaman önce, bir
zamanlar garip ve korkunç bir işaretle işaretlenmişti. Rottu'nun kendisi de
bunu görmüştü ve korkudan titriyordu. Ancak, diğer tüm gukuylarla birlikte,
seksen haftanın geçmesi hafızasını silmiş.
Ta ki çok uzun zaman önce dağdan
Shakutulubac'a haber gelene kadar. Uşulubang tarafından Chiton'a sığınacak bir
yer aramak için gönderilen ilk küçük hacı grubundan bildiri geldi. Şaşırtıcı
bir rapor. Dağda iblisler vardı. Dünyanın öbür ucundan geldiklerini söyleyen iblisler.
Rottu, iblislerin garip sayılarını
deşifre etmişti. İblislerin gökyüzünde çok uzun zaman önce o izi bıraktığını
anladığında, ruhuna bir şimşek gibi çarpan dehşetin heyecanını asla
unutamayacaktı. Dünyanın kendisi onların gelişinden korkarak kıpkırmızı
olmuştu.
Ve şimdi, Uşulubang bu yeni ve
gizemli gücü kucaklamaya karar vermişti. İblislerin karliçesini ve onun korkunç
çocuklarını bulmak için.
İblislerin Kraliçesi. Dünyadaki
varlık, dedi geleceğin sırlarını bilen dağdaki hacılar. Ama onlar hakkında
konuşmazdı. Kendi çocuklarına bile.
Öyle olsun. Kudretli Ansha'nın kızıllığı
korkuyla yıkamasına izin ver.
Ancak sekiz gün sonra, gerçek ortaya
çıktığında, kudretli Ensha korkudan kıpkırmızı olmadı. Sonunda ne kadar iyice
kandırıldıklarını anladıklarında, awoshaların örteneğindeki renk mavi öfkeydi.
Hacılar pogromdan kaçmışlardı. Hepsi
gitmişti. Lanetli hain Uşulubang bile.
Nereye gitti? Kimse bilmiyordu.
İnfaz emri verildi.
Öyleyse mafyanın kurbanları
kimlerdi?
Muhbirler. Çete, Timpani
muhbirlerinin çoğunu yok etmişti.
Mavi öfke. Dayanılmaz beceriksizlik.
Böyle bir fiyasko nasıl mümkün
olabilir?
Soruşturma emirleri verildi. Kızıl
tenli Timpani, delillerin izini büyük bir gayretle takip etti. Karışık, çarpık
bir iz. Ama sonunda suçlu bulundu. İsmi Awosha'ya bildirildi.
Rottu? Awosha örtenekleri turuncu
bir şaşkınlıkla parlıyordu. Rottu?
Evet. Orası kesin.
Tutuklayın onu!
Tympani yetkililerinin önderliğinde,
bir savaşçı timi Kutsal Kovan’ın koridorlarında yarış halindeydi. Klanın en
yüksek rütbeli üyelerinin odalarında, Rottu'nun odasının kapısını buldular.
Kapı savaşçılar tarafından kırılarak açıldı. Öfkeden maviye ve amansız bir
amaçla siyaha bürünen Tympani içeri daldı.
Ve hiçbir şey bulamadı. Yerdeki
iğrenç, çöpçülerle kaplı küçük bir yığının dışında Rottu'dan hiçbir iz yok.
Rottu'nun son pisliği.
IV. Kısım
Yorumlar
Yorum Gönder